27 Sep
27Sep


İlk önce seslerdi karar verdiren. Sonra geliyor sanki kelimeler; seçilmiş veya alışkanlıkla söylenenler.

Görüntü ise, çoğu zaman en sonda dikkate alınandı. En azından, buluşma anından önceki görülen görüntü. Kim bilir, ilk iki doğrulama tahlilinin sonucu etkilemesin diye böyleydi bu?...

Peki o an; o buluşma anı nasıl, nerde ve ne hissedilerek oluşuyor, kararlaştırılıyordu?

Burda belli ki aynı anda harekete geçen kalpler kararı veriyordu. Ister ilk karar deyin buna, isterseniz bu yolun sonundaki nihayi karar. Ama itiraf edelim ki kalplerdir tek karar veren.

Karar anı, yani buluşma anını gerçekleştirme kararı bazen çok önceden belirlenir, bazen de son dakikada.

Her iki durumda da kalp keyfini sürer bu beklemenin, çünki ümit vardır, çünki gelecek vardır, çünki insan kendini görmek ister güzel geleceklerde.

Nasıl olsa olumsuzluk ihtimali karşısında yine kendisidir tamir ve telafi edecek olan. Aslında, işin bu kısmını, yani yükün taşınacağı kısmı biraz da ikiz kardeşi olan gönüle bırakacaktır. Bu kural hiç değişmez.

Yine herkes, herşey ve her varlık üstüne düşeni eksiksiz yerine getirecektir. Tıpkı olumlu veya olumsuz sonuçların da kendilerini gerekçeler doğrultusunda gerçekleştirdikleri gibi.

İllâ ki bilinir bu varışlar, en azından sezilir. Ne tuhaf ! Halbûki somut olarak gözler de henüz görmemiştir birbirini. Görüşen, anlaşan, tamamlayan gönüllerdir hâla.

Gizli kahramanlardır çoğu kez gönüller. Kalbin girdiği patika yollardan, zorlu geçitlerden bizi en az hasarla çıkarandır gönül.

Yönünü ne tarafa döneceğini bilmezken kalp, o anı beyninde belki de binlerce kez yaşatmıştır gönül. Gerçekten de bilemez buluşma anında ne tarafa doğru bakacağını, nasıl duracağını. 

Siz bunu  gönlün dışarı açılan penceresi olan gözlerden anlarsınız. 

« Keşke kural hep aynı olsaydı » der bu defa, işin ehli olan mantık.

En güzeli, hiç bir fikri olmadan, o yüzü veya bedeni tanıyıp bulmaktır tabii. Üstelik buluşma anı kalabalık, gelip-geçenin yoğun olduğu, güzel bir güneşle ve ideal bir saatle desteklenmişse, en güzel oyundur o gönlüne eş olanı onca kalabalığın içinde seçebilmek. Bu defa gözler gönlün hizmetinde koyulur işe.

Gözler tanır o buluşma anında birbirini. Hiç bir işaret verilmeden birbirini bulan bedenler, sarılmak üzere ilerler. Çok sonraları diyebilir ancak insan “sadece hep bu an olsa ! Ne öncesi, ne de sonrası olmadan. » diye. Belki de bir tek bu an içindir tüm çabalar.

Işte buluşma anı, ayrılma anına yolu açmıştır bile. O andan sonra geri sayım başlar ayrılık anı için. Mekanizma aynı işler. Herşey, herkes, her yer, her canlı üstüne düşeni yapar. Film geriye sarılıp geçer bantlardan.

Kontrol dışı ve çoğu zaman sonu bilerek izleyeceklerdir artık yazdıkları senaryoyu buluşan o iki kalp. 

Ayrı ayrı kurulan hayaller, beslenen ümitler, güçlenen sevgiler, artık iki kişilik bir çaba ile düş kırıklığına, karamsarlığa, zorluklara teslim olmuş, yorgun heveslere dönüşür. Nihayetinde bir şeyi yapmak için arzu yeter. Yıkmak içinse iki kişinin gücü gerekir. Öyle ki dimdik ayakta duran bir inançtan ibarettir. Oysa kolay olmaz inançları yıkmak. Yalnızca karşılıklı darbe vurulursa sallanır direkler. Artık yıkılmaya mahkûmdur. Bu kural da hiç değişmez.

Hal böyle iken, neden tekrarlar insanoğlu bu durumu?

Kendine neyi ispat etme derdindedir ki? Kalbinin dayanıklılığını mı? Gönlünün hoşgörüsünü mü? Yüreğinin affediciliğini mi? Yoksa bir öncekinden daha güçlü olduğunu mu ispat etmek ister benliğine ?

Ya başından beri yola çıkma nedeni tam da bu ise insanın? Her seferinde aslında kendi sınırlarını yokluyorsa ? Peki ya her yeni deneyimle dayanıklılığı biraz daha artıyorsa? Bağımlılık gibi bir şeye dönüşüyorsa bu halleri yaşamak? Karşılaşılan kişiler tesadüf olmaktan çıkıyorsa, yaşananlar kader olabilir mi ?

27 Eylül 2017


Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.